Nisan 04, 2012

19

Söz ne, kelam ne?
ağızdan çıktı ve öldü kuş.
rakı kadehiyle edildi bir sofrada. yersiz kaldı..
birşeylereksildisanki.

sonra uyudum:

"Dün sabaha karşı kendimle konuştum
Ben hep kendime çıkan bir yokuştum
Yokuşun başında bir düşman vardı
Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum."

*özdemir asaf -benden sonra mutluluk

Mart 15, 2012

Knut Hamsun/ Açlık

Norveçli yazar Knut Hamsun’un, Amerika’dan ikinci kez dönüşünde 1888’de kaleme aldığı ancak tamamlanmış şekliyle 1890’da çıkan kitabı. Uzun yıllar boyunca makalelerini yayınevlerine kabul ettirme niyetiyle çabalamış Hamsun’un, çoklukla yenik düşüp de yazdıklarını tomarlar halinde yırtması, yakması ama yine de yılmamasının hikayesi bu.

Açlık, bir çile kitabı aslında. Knut Hamsun’un vazgeçmemek adına neler yapabildiğini gösteren bir kitap. Hamsun gibi güçlü iradeye sahip olmayanın üstesinden kolay kolay gelemeyeceği, aylar yıllar boyu bitmek bilmeyen çileli günlerin davası. İskandinav soğuğunda, açlıktan bez, urgan kemirmenin ağızda bıraktığı tat kadar gerçek bir kitap hem de. Yarı uyanık bilinç kayıplarının, sadece kalem mum ve kağıt parasına gündelik işlerde çalışmanın, yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gidemediği o garip şehir Kristiana’da aç acına sürtülen günlerin ifrit dolu romanı. Roman içinde akan hayatı; yolları, at arabalarını, sokak lambalarını, istasyonları gerçekten gördüğünüzü sandığınızda betimlemedeki ustalığı da fark edeceksiniz. İsveç’ten henüz döndüğümde okumuştum. Taze İskandinav soğuğu üzerine beni ayrıca etkiledi sanıyorum.

Bu arada çevirinin Behçet Necatigil’e ait oluşu kitabı ayrıca değerli kılıyor, söylemeden geçmeyelim. Üzerine daha fazla yorum yapmayacağım, ancak şu alıntıya yer vermesem olmazdı sanıyorum:

“Fakat yine durdum. Aklın alamayacağı kadar zayıf olmalıydım. Gözlerim çukura batmış, kafamın içine gömülmüştü. Yüzüm nasıldı acaba? İnsanın, henüz yaşarken, sadece açlık yüzünden çirkin, korkunç biçimlere girmesi, çok rezil bir şeydi, çok rezil! İçimde o çılgınca öfkeyi yeniden hissettim; son parlayış, son deprenişti bu. Allahım, bu ne surat böyle? Memlekette eşi benzeri bulunmayan bir kelle götürüyor, Allahım, bir hamalı tuz-buz edecek güçte bir çift yumruk taşıyor ve Kristiana şehrinin göbeğinde, suratım suratlıktan çıkacak kadar açlık çekiyordum! Ne işti bu! Bir beygir gibi, ha babam, kendimi zorlamış, gece gündüz, gözlerim önüme akıncaya kadar okumuş, çalışmış, beynimdeki zekâyı açlıklara akıtmıştım! Ne geçmişti, lanet olsun, elime? Sokak sürtükleri bile, bu manzaradan kendilerini koruması için Tanrıya yalvarıyorlardı. Fakat artık buna bir son vermek gerek… anlıyor musun? Son vermek gerek, şeytanlar görsün yüzümü!.. Sürekli büyüyen bir öfkeyle, bitkinliğime içerleyip, dişlerimi gıcırdatarak, ağlaya küfrede, sendeleye tökezleye yürüyor, yanımdan geçenlere dikkat bile etmiyordum. Kendime işkence etmeye başlamıştım yeniden. Alnımı bile bile sokak fenerlerine çarpıyor, tırnaklarımı avuçlarıma batırıyor, düzgün konuşamadım mı, öfkemden kudurarak dilimi ısırıyor, canım yandıkça deliler gibi gülüyordum.”

Ekim 09, 2011

Ne yani?

Sonra günün birinde zırt diye çıktım gittim. Bu da zor olmadı.
Sonra hiç olduramadığım yerler var resimde. Düşünmeyi bıraktım.
...
Sonra kuzucuklarım evlendi. Mutluluk uluslararası bulaşıcılığa sahip bi olgu. Seviyor, seviliyor olmak herşeyin ilacı. Güzellik; öz ve biçimin akıllsız insanların anlayamayacağı oranda bileşimi.
...
Gel gelelim zaman da çabuk geçiyor. Hava soğuyor, güneş daha erken batıyor ve yine de iç huzur zamanla kendine gelmekte. Dedik ya zaman diye şımarır şimdi her lafın ardından.
...
Nedir bu gözlerdeki boncuk hevesi? Etrafıma dönüp bakıyorum sonra ne kadar da çok ağaç var. Ve nehirler bisikletleri terk etmek için değildir. Zaman pas lekesini sevmez. Bak yine!
...
Hep mi hatırdasın? Olduramadık ya biz seninle şu işleri, hep kalacaksın değil mi orada bir yerde. Tamam herşeyin bir yeri var ama zamanı yok sanki. Ne dedim ben?
...
Gerçek olgusunu en çok kaybettiğim zamanlarda, bir berenin ağaca takılması, yırtık bir kotun saçma sözcüklere boğulması ya da mulen ruj içmek. Didişmeyi özlediğim, bu sana.
...
Sonra Karşı'da bi gün evde oturmuş film izliyoruz neden bilmiyorum bacaklarım titriyor, battaniyeler yetersiz... Özlemek için sevmeye gerek yoktur, paylaşım yeterlidir.
...
Sonra uzaklık fiziksel olduğu kadar içsel de bi mevzu. Ve sen beni unutuyorsun da aslında. Bilmem ki, bilemem.
...
Sen en iyisi bi bardak su ver bana. Yatır beni, ışıklar açık kalsın, uyanınca kapatırım. Belki başımı yatakta bırakırım, sonra sahile inerim olamaz mı?
...
Bence olur.

afili parçalar (madde 81: beni erken öldür)

81. beni erken öldür

Beni al zamanın dışına götür. Biraz sarıl, biraz koru, biraz öp sonra yine sokağa bırak. Elimden tut var olmayan şeylere ekle zihnimin bataklığından kurtar. Beni al Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ben de ona diyeyim ki, “Tanrım. Beni olduğum gibi kabul edebilecek bir Tanrı’ya her zaman inanabilirim.” O da bana, “Yürü git o zaman şeytanla görüş huzurumda ne işin var alla alla,” desin. “Kim soktu lan bunu içeri megalomana bak,” diye söylenirken biz şeytanın yanına gidelim. Sen de şeytana de ki, “Şeytan kardeş, sonuçta sen de bir melektin ama iktidar hırsın vardı. Şeytanı şeytan yapan iktidar hırsıdır. Eski günlerini özlüyor musun?” Şeytan da sana, “Sen kaç yaşındasın güzelim?” diye sorsun. “Otuz dört,” de, otuz beş olduğun halde. Şeytanın gözleri dolsun ama çaktırmasın bizi gene zamanın içine sepetlesin. Orada bir çay molası verelim geceyi bekleyelim. O gece beni al kardeşlerinin acılarıyla çarp sonra kendi yaralarına sar. Biraz sustur, biraz soğuk davran, biraz da teyzem ol. Konuşabilecek gücümüz varsa ağladıklarımız yalan. Sahiden bak. Beni al biraz sarhoş et biraz saçlarına tak biraz da yağmurların peşinden koştur. Beni al erken öldür mutsuzluk uzun sürmez.


ps: yukardaki parça afili filintalardan Emrah Serbes'e aittir.

Eylül 11, 2011

Dıravdan hikaye

"Her şey güzel." dedi.
..
Bardağı kafasına son kez dikip, masanın sol ucuna koydu ve ayağa kalkıp ceplerini yokladı. Ceketini astığı sandalyeden alıp yanıma geldi. Dizlerimi karnıma çekmiş pejmürde bir halde oturuyordum, terlemiştim. Gözlerimin altını sağ eliyle sildi ve gülümsedi.
Camdan baktığımda yokuşu yarılamıştı,
diğer tarafta güneş battı batacak bir şehir.

Güzelden çok olması gerektiği gibiydi.
Çokça anlamlar yüklenmemesi gereken bir gidişti işte.
İş oluş ya da yokoluş belirten bir eylemdi.
Eli megafonlu seyyar satıcılar, pencereden halı döven mahalle kadınları ya da sokaktan annesini çağıran ısrarcı veletler kadar sakin ve kararlıydı.

Oluyordu bazen böyle şeyler. Elbette her şey, her zaman iyi değildi.
Sonrasında kalkıp makinadan çamaşırları çıkardım.
Saate uzun süre bakmadım, çok düşündüm.
Neredeyse hiç su içmeden ve yerimden kalkmadan oturdum.
Uyudum.
Unutmaya koyuldum..

Mart 02, 2011

Aurora Borealis*


tersine işleyen bi döngüdeyiz sanki.
herşey çok çabuk değişmekte, yetişemiyorum.

Köşeye sıkışmış hissederken tam da
"merhaba, ben dünyanın en şapşal kızı!

sen de erkeği olmalısın sanırım?"
..

Önümüzdeki dönem İsveç'teyim. Son dk bi durumlar olmazsa tabii.
Ben yine kesin konuşmama taraftarıyım.

Yakın zamanda taşınıyoruz sonra. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarımın geçtiği güzide mahallemiz. Hemen hemen hiç güzel anısı yok. ne yazık..Fotodaki gibi bir kulübede yaşayabilirmişim misal. Çok da şahane olurmuş, bey amcaların hemen 3 yanındaki kırmızı olan, benimmiş meğersem..

İsveç'e gidince ilk işim kuzey ışıklarını görüntülemek olucak bol bol foto ile dönerim. Bildiğim kadarıyla nisan ve ekim aylarında oluşuyomuş, ekimde orada olurum sanıyorum.

İstanbul'un bu kadar soğuk olması da ayrı konu. Bana alıştırma oluyor gerçi(: Sevgili kuzenim arada kendimi de-freeze'e sokup çıkararak alıştırma yapmamı salık verdi. Atladığı bişey var buzdolapları vs. dışardan biri açmadıkça, içerden iterek açılmazlar.

İşte böyle.. uzun zamandır yazmamak, yazamıyor olmak kötü. Geri dönünce bi süre saçmalanabiliniyorduğum.


bitti.


*Aurora Borealis: Auroralar (kuzey/güney kutup ışıkları) gökyüzündeki, özellikle kutup bölgelerinde gökyüzünde gözüken, dünyanın manyetik alanından gelen yüklü parçacıkların çarpışmasından kaynaklanan doğal ışımalardır.(kaynak: wikipedia)

Foto: Broadstairs-England, soida, August 2010

Aralık 27, 2010

Dinner and the ship of dreams


"Denize doğmuşsun sen..
Saçların tuzdan, bakışlarına atoller birikmiş baksana.."

Galiba seni hep seveceğim*

İmza: Yol arkadaşın.

Kasım 20, 2010

we can have it?


Last night all the horrible
Things in life
Start through my dreams and
I just want to shine it up,
Shine it down or shine off

Going where we lost it all
Yet things before are with us now
It hurts it kills
It takes a choice
It brings no light
It brings no love

And what we want most
Is no where to be found
Some people care
They're going long
They're going deep
Still it's nowhere to be found

We're looking far
We're searching wide
Still it's nowhere to be found
We're looking far
We're searching wide
Still it's nowhere to be found
What we want is gone for good
It's simply nowhere to be found

Somewhere is the one that never will
burn out
They're looking for a heart
Looking for a home
Looking for a hand
This broken head
You're not alone
You're not alone
You're not alone
You're not alone
You're not alone

And you never said I'd see you again
You never said I will
You never said I'd see you again
You never said I will
I will
I will
I will
My love

Someone somewhere says they've got it all
But that's not even what we want
Not even close
Not even close

It won't ever be what we want
It won't ever be what we want
It won't ever be what we want
It won't ever be what we want
It won't ever be what we want
It won't ever be what we want
It won't ever be what we want

photo: taken by soida, august'10, London.

for the song: http://fizy.com/#s/1lsntf

Kasım 18, 2010

any cities left?



Gözleri boşluklara asılı bir fütursuz.
Akıllara gelebilecek tüm duygu çeşitlerini en yoğun yerinde bırakıp gidiyor.
Hepsinde bir telaş, aceleye getirilmiş günler ve yorgunluk öteden.
N'oluyo ya? Sana diyorum hey..
Sinirlenme, dur biraz.
Tut ki ben..


Nasıl bir karmaşanın ortasındayım?
Bilmiyorum.
Yine düzlemdeyiz. Ve yine şu sıralar her sorunun cevabı: bilmiyorum.

Tuz lazım bize.


photo: taken by Soida, a lomoshop in London, august'10

Ekim 17, 2010

25

Günler geceler geçti gitti. Gözlerimizin asılı kaldığı tarihlerden bu güne çok yol geldik. Biraz durulduk sanırım ve korkularımız kadar asiliğimiz de törpü yedi. Az görüşüyor, az film izliyor, az laflıyoruz. İşinde gücünde insanlarmışız gibi..
Sanki bir işi evladıymışcasına sahiplenmiş gibi. Oysa özgür kalabilsek, aklımızda gitmek fikri, geri dönmek?

Az yazıyorum, az yazıyor. Artık yok evet. Anlamlandıramadığım bir özlem duygusu. Neye olduğunu bilmiyoruz.Yatakta cebelitarıktayım ve ekim ayında su sıcak olmalı Hayıtbükü'nde. Gündelik kıyafetlerle sırt çantası özgürlüğü, tuzlu su kaşıntısı yok artık. Ve elzem değil o gereken şeyler.

Kitap okuyorum yazmıyorum mesela. Görüyorum, rahatsız oluyorum yine de susuyorum artık. İki hece susup geliyorum, konuşmuyor ve anlatmıyorum. İstanbul'un ezici hükümranlığında, kendimi kış gelmeden onarılması gerekli duvarlar gibi akıtıyorum. Gözlerim akıyor, çok yağmur yağıyor ve nemleniyor odam. Omuzlarımız mercan değil küf kokuyor artık. Ne yazık, son naftalin kokusu dedemle birlikte gitti. Olsun demek de yok artık. Çocuk..

Naifliğinden sual olunmaz, gülümseyerek susuyorsun. Susuyoruz, içiyoruz, yeniden..

Şarap susuzluğunda bir sabah çatlıyor dudaklarım. Kış geliyor ve battaniye yetmiyor artık. Yaşlanıyorum sanıyorum. 15-16 yaşlar kadar hatırlıyorum,
düşünüyorum o zamanların 20'li yaşlar merakına şaşıyorum.
Gözüm dalıyor sonra, annem öpüyor, babam gidiyor, kardeşim suskun.
Zor artık sevgileri yaşatmak.
Anlıyorum, yitiyor değil mi masumiyetimiz?
Farkındayım, hadi..

Dikişlerin tutmadığı yerlerde yaşıyoruz artık. Tüm balkonlar havadar değil ve naylon artık heves. Uyku yırtığında, karın ağrısı. Dimağında uygunsuzluğun, el pençe yine..
ah olmuyor metazori.

Evet, tekrarlıyor yaşlarım kendini.
Ama bir yaşı doldurmanın ötesine gittim ben dün.



17.10.2010 saat: 03:47